Geçenlerde sosyal medyada bir
şey okuyup şok olmuştum. Adamın bir tanesi başka birinin fotoğrafını
beğenmemiş, fotoğrafı beğenilmeyen, beğenmeyene yazmış, geçen oğlunu
kaybettiğinde ilk başın sağ olsun diyen bendim sen neden beğenmedin diye. İnsanlar
hep böyle acımasız mıydı? Yoksa yüzünü görmediği sosyal medya arkadaşlarına
karşı daha mı acımasızdı. Onların canlı kanlı biri olduğuna inanmıyor muydu?
İnsanların acımasız olmadığı,
hayatın şimdiki gibi çok hızlı akmadığı, insanlara yirmidört saatin yettiği
hatta fazla geldiği, öyle herkesin çok yoğun olmadığı, birbirlerine vakit
ayırdığı, arkadaşlıkların sosyal medyadan yapılmadığı, bir araya gelindiğinde
sadece cep telefonuna bakılmadığı zamanlardı, Çok uzak geçmiş de değildi hani,
hala hatırlanıyor ve insanlar arasında mevzusu oluyordu.
İnsanların iyi eğitim
alamadığı, okulların köylere uzak olduğu zamanlar. Kışın kızaklar üzerinde
okula gidilmeye çalışıldığı, ilköğretimin beş yıl olduğu zamanlardı. Ha eğitimde
öyle zorunlu falan değildi hani. İlkokul beşinci sınıfı bitirmenin başarı
sayıldığı, ilkokul üçe kadar okuduğunda, gururlu gururlu söylenen zamanlardı. Okuma
yazma bilir, basit matematik işlemlerini yapabilirlerdi çünkü. Çünkü gurbete
gittiklerinde işlerine yarayacaktı bunlar.
Anam babam ilkokul mezunuydu, sokakta
tüm arkadaşlarımın ana babası en iyi ya ilkokul mezunu yada okuryazar olduğu
için bu benim için uzun süre çok bir şey ifade etmedi. Ne zaman okula başladım
herkes kalkıp adını söyleyip babası ne iş yaptığını söylediğinde, o ne öyle
öğretmen çocukları, mühendis çocukları sanki başka dünyadanlar. Benim kendimi
tanıtmam çok kısa sürdü . Ayağa kalktım siyah önlüğün altıyla oynayarak, adımı,
babam ilkokul mezunu ve işçi olduğunu, anamın ev hanımı olduğunu, anamın mezuniyetine
gerek bile yoktu. Yanlış anlaşılmasın bunları söylerken utanmamıştım, çünkü
bununla her zaman övünürdü babam, çalışmak ayıp mıydı? helalinden kazanıyordu
çocuklarının rızkını, ele güne muhtaç etmiyordu, bizde övünmeyi öğrenmiştik..
Babam ilkokul biter bitmez
gurbete gelmiş, üç-beş işte çalışmış dönmüş köye, sonra yine gelmiş yerleşmiş
artık. Evimiz hep bildim bileli kalabalıktı, amcalar, kuzenler, hep evdeydi. Yolu
gurbete düşen ilk bizim eve gelirdi. Bazı sabahlar kalkardım sigara dumanından
boğazım ağrırdı. Ne kadar çok sigara içerlerdi o zamanlar insanlar, şimdi ne
güzel evde bir sigara iç bakalım, anne hemen panter kesilir. Kim olursa olsun
içirmez o sigarayı. Annem hala babama söylenir senin kardeşlerine, yeğenlerine baktım,
yedirdim, yıkadım şimdi dönüp yüzümüze bakmıyorlar, bir bayramda seyranda
aramıyorlar, bir selamı bile çok görüyorlar diye. Babamda yine başlama deyip
kestirip atıyor. Babam da son mohikandı hani, ama yaşlandıkça o da artık
yumuşadı, Önceden babam ev işlerine yardım edecek bu direk kıyamet alametiydi,
şimdi yemek yapıyor, evi bile süpürüyor. Çocukluğumdan tek hatırladığım annem
bir keresinde hasta olmuş babam da çorba yapmıştı, yememiştim bile artık nasıl
kötü görünüyorsa.
Babamlar yedi kardeş yada ben
öyle biliyordum diyelim, aslında yedi değil onbir kardeş olduklarını öğrendiğimde
çok şaşırmıştım. Dört tane de halam varmış, ama tanımıyorum bile o zamana
kadar. Yaşım 10-11 anca var, bir amcamın lise mezunu olduğunu öğrendiğimde
ilkokul 4’deydim, o kadar sevinmiştim ki, tarifi imkansız bir duyguydu bu,
herkesle bütün arkadaşlarımla paylaştım özellikle o Bilal denen kendini
beğenmişle, kendini beğenmişti ama en yakın arkadaşımdı okulda. Babası lise
mezunu diye çok hava atardı. Babası da çok efendi bir adamcağızdı, karate
hocasıydı aynı zamanda. Bilal’e de ders verirdi ama Bilal çok kabiliyetli
değildi, babasından ilk aldığı derslerde bana atar yapmıştı, ağzının payını
vermiştim, elime sağlık.
Beş yılım geçti Bilal'le
beraber, hep aynı sırada oturduk, haftasonu kurslar olur ona da beraber
giderdik. Aramızda bir yarış vardı sınıf
birincisi olacağız diye. Söylemesi ayıp hep ben olurdum. Sınıfta sebepli
sebepsiz çok gülerdik, artık öğretmen sinirden delirir bizi dersten çıkarırdı. Başlarda
bir şey demezdi ama dersin sonuna doğru dayanamazdı kadın kovardı.
Öğretmenin hikayesi de daha
başka, bekar, 30 yaşlarında, Selanik göçmeni kocaman kadın (o zamanlar birisi için otuz yaşında deseler, vay be
adama, kadına bak otuz yaşında diye ne kadar yaşlı diye şaşırırdık). Bekâr, çok
güzel olmasa da alımlı sayılırdı. En azından eline yüzüne bakılır bir kadındı,
çok severdim öğretmenimi. Benim lise mezunu amca da bekar ya, ilk önce annemin
aklına geldi, bizden iyisini mi bulacaklardı. Öyle değil miydi? Lise mezunu
çocuk, eli yüzü düzgün, iyi kötü iş var hem de kendi işi.
Annem bir şekilde çıtlattı
öğretmene vay anasını, bir öğretmen yengem olacaktı. Hem de benim öğretmenim,
sınıftaki hava mı düşünün artık. Nasıl güzel bir duygu anlatamam. Belki bu
kadar ders çalışmama da gerek kalmayacaktı, e yengem eşek değil ya sınıfta
bırakmazdı herhalde. Çok sürmedi bu güzel duygu hevesim kursağımda kalmıştı, öğretmen
nazikçe olmaz dedi. Eşekten düşmüş karpuza döndü bizimkiler, bizimkilerdeki
nasıl bir özgüvense artık, nasıl bir kafaysa o kadar kendilerini
hazırlamışlardı ki, düğün zamanı bile belliydi, okullar kapandıktan sonra hemen
yapılacaktı. Gerçi amcamın laneti öğretmenin peşini bırakmamıştı, öyle bekar
kalmıştı öğretmen, bende lise mezunu amcamı kaybetmiştim. En büyük yaşadığım
ölüm acısı olmuştu.
Ama Nazımın da dediği gibi, en fazla bir yıl sürüyor,
yirminci asırlarda, ölüm acısı…