28 Eylül 2016 Çarşamba

ön yargı


Çok önyargılı, hoşgörüsüz ve peşin hükümlüyüz. halk olarak bu böyle, ilk aklımıza geleni hemen söylüyoruz. sonra çok pişman oluruz ama yine de yapacağımızdan, söyleyeceğimizden vazgeçmeyiz. Birde bunu böbürlene böbürlene anlatırız. Bizde r yok anlayacağınız.
İşim gereği hep karşımdakini son kelimesine kadar dinleyip, anlatacaklarının bittiğinden emin olduktan sonra, anlamadığım yerler varsa tekrarlattıktan sonra anladığıma emin olduktan sonra cevap vermem gerekir. Üç düşünüp bir konuşmam gerekir, tek ben değil herkesin yapması gereken bu aslında.

Yapıyor muyum? Elimden geldiği kadar, yapmaya çalışıyorum. Ama insan çok farklı bir canlı, bir çalışma prensibi yok veya saat gibi kuramıyorsun, robot gibi programımız yok.

İlk defa gördüğümüz bir insanı, hemen hiç konuşmadan yargılıyoruz, hemen ona bir not veriyoruz. Bir daha da geri adım atmıyoruz. Einstein ne güzel demiş atomu parçalamak, önyargıyı yıkmaktan daha kolay diye. Gerçekten de öyle.
İşim gereği dedim ya, bu sözü binlerce kez duydum, söyledim ama insanım sonuçta dimi? Şimdi bazı arkadaşlarım gönül koyacak, eğitimci olanlar özellikle. Sende böyle dersen biz daha ne yapalım diyecekler.  Ama eğitimle kendimi anca bu kadar yonttum üzülmeyin. Sizi de unutmadım.

Yine suratsız olarak işe geldiğim günlerden biri ve kimseyi görmesem kimseyle konuşmasam, bir an önce bitse de gitsem ruh halindeyim. Ve sıkılıkla olan ve hiç sevmediğim bir şey, bizim bir arkadaşın çocuğu var iş arıyor bir gelsinler sana hele bir bak, telefonlarından biri. Telefonu kapatır kapatmaz odamda biten 2 kişi.
Sayın arkadaşı ve çocuğu gelmiş, tam da günümdeyim ha. İçeri girdiler temiz düzgün giyimli bir çocuk ve çokta özenli giyinmemiş babası. Çocuğun gözünde güneş gözlüğü, merhaba hoş geldiniz beş gittiniz faslı. Ama kafamda ne zaman çıkaracak bu gözlüğü, hırtoya bak diye düşünüyorum. Hele sen önce şu gözlüğü çıkar dedim diyicem. Neyse demedim gönderen kişinin hatırı var, tuttum dilimi

Baba girdi konuşmaya
-        Beni filanca bey gönderdi, selamı var
-        Aleyküm selam, haberim var buyrun

Bu arada çocuk hala gözlükle, anlatmaya başladı, okul eski işler falan. Başımdan savmak için, bir başvuru formu doldurun öncelikle sonra konuşuruz dedim. , gözlüğe gıcık oldum ya.

10-15 dk sonra geldi, formu doldurdum diye, aldım baktım. Sol göz ameliyatı. Bu kadar yerin dibine geçmemiştim. Ne yapacağımı ne diyeceğimi şaşırdım. Sordum anlattı, küçükken bir kaza sonucu kaybetmiş gözünü, gözlüğü takması ondanmış demek.
Düşündüm de bir kez daha, şans eseri, İyiki aklıma geleni söylemedim, o kötü duruma kendimi düşürmedim. Sonuç olarak demem o ki, bilip bilmeden sakın konuşmayın, sus dinle sonra gerekirse konuş.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Turgut Abi'den

kesinlikle  aşıkken yazmış olmalı şiirlerini.
eğer kutsal kitabı bir faniye yazdırsaydı tanrı
bu kesinlikle turgut uyar olmalıydı.
turgut uyar gibi hissetmek ancak onun gibi sevmekle olurmuş.

ahh neler vermezdim turgut abi, cemal süreya ki
sevdiği kadın için soyadından bir harf azaltmış,
edip cansever ve tabiki biricik tomrisle aynı masada oturmak,
aynı rakıdan içmek ve sadece dinlemek hiç ağzımı açmadan,
açsamda ne diyebilirdim ki?

yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış bir
bir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir gün
bütün yitiklerim karalarım üstüste üstüste bütün karışıklığım,
ama olsun seninde gürül gürül saçların var nasıl olsa,
nasıl olsa ben yılmam taş çekerim çamur kararım.

kalın ve karanlık bir çatı merdiveni gibi
giderilmez eksikliğini tanırım senin,
ama diyorum ki acılığın eksilmesin,
 hiç eksilmesin ağzımdan.

Eylül toparlandi gitti iste
Ekim falan da gider bu gidisle
son bahar geldi hüzün
kış gelecek kara hüzün
bu hüznü dağıtan sadece senin sevgin

nasıl anlamlı nasıl güzel geliyor şimdi,
tüm şiirleri abimin,
sana  sarılmak boynundan koklayıp öpmek gibi.
geyikli gecede göğe bakmak,
bir gün sabah sabah kapını çalmak gibi.


19 Eylül 2016 Pazartesi

Mahkum -2-


Daldığı yerden Hasan'ın sesi kendine getirdi, abi saatler olsun dedi. Saatler mi sıhhatler mi bile düşünecek hali yoktu, oysa içeri girmeden önce berber arkadaşıyla bunu hep tartışırdı. Gözünün ucuyla aynaya baktı, güzel olmuştu. Borcum ne dedi hasan 

-        Onbeş lira at yeter abi dedi.

 parayı verdi. Yaşlı berberin yaptığı tarife göre minibüslerin olduğu yere gitti. Çamaş minibüsüne bindi. Muavin geldi parayı ödedi. Minibüsten meydanda indi. Hemen İbrahim ustayı sordu, tarif ettiler gitti, giriş katta dükkana. 10-12 basamak merdiven inilerek giriliyordu. İndi aşağı kapı açıktı, girdi içeri

-        selamın aleyküm dedi.

18-19 yaşlarında bir genç, 

-        aleyküm selam abi, buyur dedi.

-        İsmail ustaya baktım dedi, 

-        içerde yazıhanede abi hemen çağırayım.

İsmail usta geldi, beyaz saçlı, beyaz sakallı bir adamdı. Hani yüzüne nur inmiş ihtiyar derler ya, öyle işte.

 -        buyur evladım dedi, usta

-        beni doğan abi gönderdi, git İsmail ustayı bul sana yardımcı olur dedi.

-        tamam evladım dedi, sonradan gerçekten evladı gibi olacağını biliyormuşcasına.

karşılıklı oturdular, oğlum çay söyle dedi, İsmail usta çırağa 

Çaylar gelene kadar hikayeye başladı, ama ne kadar anlatacak nerde duracak bilemedi.İçeride 17 sene yattığını ve babasını vurduğunu söyledi. İsmail usta hiç neden nasıl sorgulamadı. 

-        Doğan’ı severim, onun gönderdiği adamında benim başımın üstünde yeri var. Burda yatarsın şimdilik, işlere yardım edersin. sonra daha iyi bir iş bulursak orda, yoksa burada devam edersin, dedi

tamam anlamında başını salladı. 

Bir küçük Oda gösterdi, birde tuvalet vardı dükkanda şuraya bir çeşme asarız banyonu da yaparsın. İdare et daha iyi bir yer bulana kadar burada dedi usta.

Akşam olmuştu çekyatı açtı, üstüne bir battaniye vermişti İsmail usta, onu örttü, düşünmeye başladı, yine tüm olanlar gözünün önünden geçiyordu, kardeşini hatırladı boynunda ilmekle, babasının dur yapma diye yalvarmasını, annesini ölüm döşeğinde yatarken düşündü. 

İnsan hep öleni son gördüğü anı hatırlıyordu. Başka bir şey aklına gelmiyordu. Sabaha doğru sızmıştı. Sabah kalktı erken, çekyatı topladı battaniyeyi çekyatın altına koydu. Elini yüzünü yıkadı oturdu beklemeye başladı. 

Az sonra çırak gelmişti, 

-        abi günaydın,

-        günaydın 

-        abi çay koyucam, börek poğaça aldım, beraber yeriz dedi

 eyvallah der gibi başını salladı. 

Birazdan çay demlendi diye bağırdı çırak

Adı Kamildi çırağın. Daha sonra hikayesini dinlemişti annesiyle yaşıyor babası çok küçükken ölmüştü. Öğrendiğinde keşke benimki de ölseydi bu şerefsizliği yaşamasaydık diye düşünmüştü. 

İsmail usta geldi selamın aleyküm diyerek, çırak hemen ayağa kalktı, kendisiyle beraber. Usta buyur çay hazır döküyorum.

-        dök oğlum dedi usta. 

Çaylar içildi poğaçalar yenildi. İşe başlandı.

Marangozluğa iyice alışmıştı, çok güzeldi, insanlarla konuşmak zorunda değildi. Günler günleri kovalıyordu. Bir ay olmuştu tam geleli artık iyice eli alışmıştı bu işe.

 Bir sabah anlatmaya başladı ustaya, nerden nasıl başlayacağını bilmeden. babası denen aşağılık adam, kız kardeşine defalarca tecavüz ettiğini, kardeşinin, ardında bir mektup bırakarak, intihar ettiğini.


Kardeşi ondan 3 yaş küçük 16 yaşındaydı, çok güzel bir kızdı, hala yüzünün en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu, gözlerinin iriliği ve siyahlığını. 16 yıl hep düşündü, son 2 yıldaki değişikliği nasıl fark etmemişti. Kardeşinin intihar etmesine anlam verememişti, ta ki mektubu okuyana kadar. İlk anda gözleri karardı, beyninden vurulmuşa döndü, babası çok iyi bir adam sayılmazdı ama bu kadar da aşağılık olamazdı.

Bıçağı kaptığı gibi bıçaklamaya başlamıştı, kaç kere neresinden hatırlamıyordu. Sonradan öğrenmişti 28 yerinden bıçaklamıştı. Oracıkta ölmüştü adam. Annesi de o içerideyken bu kadar acıya dayanamamış ölmüştü.

 

-        Evladım her şey insanlar için dedi İsmail Usta. Seni anlıyorum dedi ama biliyordu ki, bunu kimse anlayamazdı. Artık önünde yeni bir hayat var, istediğin kadar kalabilirsin burada dedi.

 
İsmail Usta, çok büyük babalık yapmıştı ona evinin dükkanının kapılarını açarak, nasıl teşekkür edeceğini ne yapacağını bilmiyordu. Hep bunun altında eziliyordu. Usta öğrendikten sonra daha çok üzülmeye başladı onun için, sanki artık daha da şefkatli yaklaşıyordu


Aylar ayları kovaladı, geldiği günün üstünden yaklaşık 1 yıl geçmişti. Bir gün usta geldi

-        Evladım bak bu hayat böyle tek geçmez, dükkan köşelerinde dedi

-        Anlamadım usta dedi,

-        Seni dedi, başgöz etsek mi?

-        Ya usta olmaz falan dedi ama usta ısrarcıydı, kendine yazık ediyorsun, sende evlen çoluğun çocuğun olsun, artık önüne bak sende, böyle çöpsüz üzüm gibi olmaz dedi

 

Sen bilirsin der gibi başını önüne eğdi.

Devam edecek…

31 Ağustos 2016 Çarşamba

Mahkum


Biraz büyük ilçelerde de şehirlerarası otogarlar vardır, küçük derme çatma bir lokanta 2-3 günlük yemekler, bir küçük büfe sigara ve tost satılan. Burası da öyleydi.

Ülkedeki tüm otobüsler oradan geçecek gibi bağırıyordu çığırtkanlar. Hepsinin ayrı hikayesi vardır bunların, ya içeriden çıkmıştır, ya da akşamdan kalmıştır gözler şiş. Biraz kararlı olmazsanız sizi hiç bilmediğiniz yerlere gönderebilirler. Konya üzerinden Sinop'a bile gidebilirsiniz. Aman deyim dalgın halinize gelmesin.

 Saat gece yarısına yaklaşmıştı, çığırtkanlar bağırıyordu. Son otobüsler, son otobüsler diye. Minibüsten indi düşünceli düşünceli, bu dünyadan değilmiş gibi belli ürkek belli garip tavırlarla, sanki her an arkasına dönüp koşmaya kaçmaya başlayacak gibi hissediyordu kendini.

 Elinde bir pusula vardı, son otobüse bindi. Cebinde içerde iyi hali nedeniyle, çalıştıkları atölyede yaptıkları küçük ıvır zıvır eşyaların satışından mahkumlara kalan kısmından biriktirdiği para vardı. Bununla belki birkaç gün idare edebilirdi.

Otobüs hareket etti, öğlene doğru varacaklardı. pusulaya bir daha baktı, İbrahim kabak, marangoz Çamaş, Ordu yazıyordu. Birde telefon numarası vardı. İnince ararsın demişti, Doğan abi. Tam onaltı yıl olmuştu on yedi yaşında bir delikanlıyken girdiği mahpustan 33 yaşında çökmüş biri olarak çıkmıştı. Gülümsemesini düşünmeye çalıştı ama yapma ne olur, yapma dediği hali  gözünün önünden gitmiyordu, köpek gibi yalvarmasını unutamıyordu. Bin kere olsa bin kere aynı şeyi yapardı. Zaten içerdeki mahkumlarda en doğrusunu yaptın dememiş miydi? Annesi de kahrından ölmüştü ama olsun, yine de yapardı. Hep böyle hatırlıyordu. Hiç iyi günlerini mutlu hallerini hatırlayamıyordu, hatırlamak istemiyordu.

 Otobüs ışıklar içinde küçük köylerden, kasabalardan geçiyordu. Başını otobüsün camına dayamıştı, gözleri açıktı, boş boş bakıyor, bu evlerde insanlar yaşıyor, çoluk çocuklarıyla, acaba oralarda da kendisinin yaşadığı dramlar var mıydı? diye düşündü. Bir yıldız kayar gibi kız kardeşi, annesi geldi geçti hızla aklından. Sonra İbrahim ustayı düşündü, Doğan Abi iyi biri demişti ama, nasıl biriydi, anlaşabilecek miydi? Çamaş nasıl bir yerdi, insanlar kabul edecek miydi onu? Onca yıldan sonra olacak mıydı?

Yanında genç bir üniversite öğrencisi oturmuştu, memleketine giden. Sadece merhaba dedi, koltuğa otururken, acaba anlamış mıydı? Sanki yüzüne bakan herkes anlıyormuş gibi geliyordu.

Otobüs otogara girerken inmek için hazırlandı, küçük bir bavulu vardı, üsteki bagaj yerinden aşağı indirdi, yanına aldı, otobüs durduğunda indi. 

 Kalabalık burası akşam bindiği otogardan daha büyük ve kalabalıktı, yaz başlıyor, havalar artık ısınıyordu, okullar kapandığı için kadınlar yanında çocukları olduğu halde memleketlerine dönüyordu. yazı köyde geçireceklerdi, kocaları şehirde kalmış, fındık zamanı geleceklerdi, Doğan abi anlatmıştı bunları, yazın kalabalık bir yer oluyor, kışın sakin tam yaşamalık bir yerdir demişti. Sıcak ve kalabalıktan ürktüğünü hissetti, sigara yaktı bir tane, içerde sardığı sigaralar daha bitmemişti, içeri girdiği ilk günden beri içiyordu, Doğan abi uzattı ilk sigarasını, içmezsen burada zaman geçmez demişti. Haklıydı belki de onaltı yıl geçmişti. 

 Pusulayı gösterdi uzun beyaz sakallı bir ihtiyar berbere, kapının önünde oturuyordu adam. İçeride iki kalfa vardı tıraş yapıyordu. Biri ince uzun yirmili yaşlarda, diğeri tıknaz orta yaşlardaydı. Kendi yaşlarında olabilirdi ama daha genç gösteriyordu. İhtiyar tarif etti, köy minibüslerinin kalktığı yerden minibüs kalkıyor dedi, hemen arka tarafta dedi şuradan azcık git ilk sağdan dön 50 metre sonra göreceksin. Minibüsler oradan kalkar biner gidersin.

-        Ne işin var orada diye sordu.

-        Hiç, bir abim var görecektim,

-        Kimmiş o abin,

 Heyecanlandı söyleyip söylememekte kararsız kaldı ve İbrahim Usta dedi marangoz kendisi

-        Tanırım iyi adamdır dedi ihtiyar berber.

 Camda yüzünü görünce, gitmeden bir tıraş olayım diye düşündü, girdi dükkândan içeri, uzun olanın işi hala devam ediyordu. Tıknaz müşterisini gönderiyordu, sırtını fırçaladı, sıhhatler olsun dedi, parayı sol avucunda buruştururken. Sanki ayıp bir şey yapmış gibi, ya da bu işi para için yapmıyormuş gibi, adam zorla parayı eline sıkıştırdı. Parayı cebine koyarken, diğer eliyle kalkan müşterinin oturduğu koltuğun minderini silkeledi, buyur abi dedi.

Oturdu koltuğa, ne yapayım, nasıl yapayım abi diye sordu sonradan adının hasan olduğunu öğrendiği berber.  sen nasıl istersen öyle olsun demişti, sesinde korku ve ürkeklik vardı, belli belirsiz duyulur duyulmaz bir sesle söylemişti. Cezaevine girmeden önce tıraş olduğunda nasıl olacağından emindi, ama mahpusta hep saçlarını üç numaraya vurdururdu, sonra uzayınca yine aynı bu döngü onaltı yıl devam etti.

Hasan anlatmaya başladı, çocuklarından, evinden, işinden sanki yıllardır tanışıyorlardı. Yaşının 34 olduğunu, çocuğunun birinin erkek olduğunu 9 yaşında olduğunu, diğerinin 6 yaşında kız olduğunu, hasan kız dedikten sonra, kız kardeşi geldi yine aklına daldı gitti.
 
---Devam edecek---

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Amcam

Geçenlerde sosyal medyada bir şey okuyup şok olmuştum. Adamın bir tanesi başka birinin fotoğrafını beğenmemiş, fotoğrafı beğenilmeyen, beğenmeyene yazmış, geçen oğlunu kaybettiğinde ilk başın sağ olsun diyen bendim sen neden beğenmedin diye. İnsanlar hep böyle acımasız mıydı? Yoksa yüzünü görmediği sosyal medya arkadaşlarına karşı daha mı acımasızdı. Onların canlı kanlı biri olduğuna inanmıyor muydu?

İnsanların acımasız olmadığı, hayatın şimdiki gibi çok hızlı akmadığı, insanlara yirmidört saatin yettiği hatta fazla geldiği, öyle herkesin çok yoğun olmadığı, birbirlerine vakit ayırdığı, arkadaşlıkların sosyal medyadan yapılmadığı, bir araya gelindiğinde sadece cep telefonuna bakılmadığı zamanlardı, Çok uzak geçmiş de değildi hani, hala hatırlanıyor ve insanlar arasında mevzusu oluyordu.

İnsanların iyi eğitim alamadığı, okulların köylere uzak olduğu zamanlar. Kışın kızaklar üzerinde okula gidilmeye çalışıldığı, ilköğretimin beş yıl olduğu zamanlardı. Ha eğitimde öyle zorunlu falan değildi hani. İlkokul beşinci sınıfı bitirmenin başarı sayıldığı, ilkokul üçe kadar okuduğunda, gururlu gururlu söylenen zamanlardı. Okuma yazma bilir, basit matematik işlemlerini yapabilirlerdi çünkü. Çünkü gurbete gittiklerinde işlerine yarayacaktı bunlar.

Anam babam ilkokul mezunuydu, sokakta tüm arkadaşlarımın ana babası en iyi ya ilkokul mezunu yada okuryazar olduğu için bu benim için uzun süre çok bir şey ifade etmedi. Ne zaman okula başladım herkes kalkıp adını söyleyip babası ne iş yaptığını söylediğinde, o ne öyle öğretmen çocukları, mühendis çocukları sanki başka dünyadanlar. Benim kendimi tanıtmam çok kısa sürdü . Ayağa kalktım siyah önlüğün altıyla oynayarak, adımı, babam ilkokul mezunu ve işçi olduğunu, anamın ev hanımı olduğunu, anamın mezuniyetine gerek bile yoktu. Yanlış anlaşılmasın bunları söylerken utanmamıştım, çünkü bununla her zaman övünürdü babam, çalışmak ayıp mıydı? helalinden kazanıyordu çocuklarının rızkını, ele güne muhtaç etmiyordu, bizde övünmeyi öğrenmiştik..

Babam ilkokul biter bitmez gurbete gelmiş, üç-beş işte çalışmış dönmüş köye, sonra yine gelmiş yerleşmiş artık. Evimiz hep bildim bileli kalabalıktı, amcalar, kuzenler, hep evdeydi. Yolu gurbete düşen ilk bizim eve gelirdi. Bazı sabahlar kalkardım sigara dumanından boğazım ağrırdı. Ne kadar çok sigara içerlerdi o zamanlar insanlar, şimdi ne güzel evde bir sigara iç bakalım, anne hemen panter kesilir. Kim olursa olsun içirmez o sigarayı. Annem hala babama söylenir senin kardeşlerine, yeğenlerine baktım, yedirdim, yıkadım şimdi dönüp yüzümüze bakmıyorlar, bir bayramda seyranda aramıyorlar, bir selamı bile çok görüyorlar diye. Babamda yine başlama deyip kestirip atıyor. Babam da son mohikandı hani, ama yaşlandıkça o da artık yumuşadı, Önceden babam ev işlerine yardım edecek bu direk kıyamet alametiydi, şimdi yemek yapıyor, evi bile süpürüyor. Çocukluğumdan tek hatırladığım annem bir keresinde hasta olmuş babam da çorba yapmıştı, yememiştim bile artık nasıl kötü görünüyorsa.

Babamlar yedi kardeş yada ben öyle biliyordum diyelim, aslında yedi değil onbir kardeş olduklarını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Dört tane de halam varmış, ama tanımıyorum bile o zamana kadar. Yaşım 10-11 anca var, bir amcamın lise mezunu olduğunu öğrendiğimde ilkokul 4’deydim, o kadar sevinmiştim ki, tarifi imkansız bir duyguydu bu, herkesle bütün arkadaşlarımla paylaştım özellikle o Bilal denen kendini beğenmişle, kendini beğenmişti ama en yakın arkadaşımdı okulda. Babası lise mezunu diye çok hava atardı. Babası da çok efendi bir adamcağızdı, karate hocasıydı aynı zamanda. Bilal’e de ders verirdi ama Bilal çok kabiliyetli değildi, babasından ilk aldığı derslerde bana atar yapmıştı, ağzının payını vermiştim, elime sağlık.

Beş yılım geçti Bilal'le beraber, hep aynı sırada oturduk, haftasonu kurslar olur ona da beraber giderdik.  Aramızda bir yarış vardı sınıf birincisi olacağız diye. Söylemesi ayıp hep ben olurdum. Sınıfta sebepli sebepsiz çok gülerdik, artık öğretmen sinirden delirir bizi dersten çıkarırdı. Başlarda bir şey demezdi ama dersin sonuna doğru dayanamazdı kadın kovardı.

 Öğretmenin hikayesi de daha başka, bekar, 30 yaşlarında, Selanik göçmeni kocaman kadın (o zamanlar birisi için otuz yaşında deseler, vay be adama, kadına bak otuz yaşında diye ne kadar yaşlı diye şaşırırdık). Bekâr, çok güzel olmasa da alımlı sayılırdı. En azından eline yüzüne bakılır bir kadındı, çok severdim öğretmenimi. Benim lise mezunu amca da bekar ya, ilk önce annemin aklına geldi, bizden iyisini mi bulacaklardı. Öyle değil miydi? Lise mezunu çocuk, eli yüzü düzgün, iyi kötü iş var hem de kendi işi.

 Annem bir şekilde çıtlattı öğretmene vay anasını, bir öğretmen yengem olacaktı. Hem de benim öğretmenim, sınıftaki hava mı düşünün artık. Nasıl güzel bir duygu anlatamam. Belki bu kadar ders çalışmama da gerek kalmayacaktı, e yengem eşek değil ya sınıfta bırakmazdı herhalde. Çok sürmedi bu güzel duygu hevesim kursağımda kalmıştı, öğretmen nazikçe olmaz dedi. Eşekten düşmüş karpuza döndü bizimkiler, bizimkilerdeki nasıl bir özgüvense artık, nasıl bir kafaysa o kadar kendilerini hazırlamışlardı ki, düğün zamanı bile belliydi, okullar kapandıktan sonra hemen yapılacaktı. Gerçi amcamın laneti öğretmenin peşini bırakmamıştı, öyle bekar kalmıştı öğretmen, bende lise mezunu amcamı kaybetmiştim. En büyük yaşadığım ölüm acısı olmuştu.
 
Ama Nazımın da dediği gibi, en fazla bir yıl sürüyor, yirminci asırlarda, ölüm acısı…

29 Temmuz 2016 Cuma

Arka mahalle -3-


Yine bir sabah kapıyı çaldım, Aysel Teyze açtı, Efrahim hasta, okula gitmeyecek, ben de onu doktora götüreceğim Leyla da seninle gelsin olur mu oğlum? dedi. Tabiki Aysel Teyze dedim. Leyla ve mahallenin diğer tüm kız ve erkekleri düştük okul yoluna.

Leylanın saçları güneşte yine simsiyah parlıyordu. Leyla'nın da Efrahim'in de hep çok temiz ve düzenliydi üstleri başları. Aysel Teyze çok titiz bir kadındı, çok önem verirdi çocuklarına, eşine. Kendisini ailesine adamıştı (bu ailenin bir arada olacağı çok az günü kaldığını bilse daha neler yapardı acaba)

Bir sohbet başlasın diye, nasılsın Leyla, Efrahim'in nesi var dedim. iyiyim Selçuk, abimin biraz ateşi var midesi bulanıyordu dedi. başka ne diyeceğimi bilmediğim için ve birazda utandığım için sanki sohbet bitti ve yol boyunca sustuk ve sadece yürüdük. Diğer herkes koşuyor hoplayıp zıplıyordu, bağırıp çağırıyordu, ben neden sustuğumu çok sonra daha iyi anladım. Okula gittikten sonra okul çıkışı yine beraber gideriz dedim tamam dedi, sınıflara gittik. O gün ilk ben çıktım sınıftan, kapıda beklemeye başladım. Bir iki dakika sonra Leyla yanında bir kızla geldi, üçümüz beraber yürümeye başladık. kızın adı Emineymiş. Emine bizim sınıfta beraber oturuyoruz dedi Leyla, bu da Selçuk bahsetmiştim ya dedi Emine'ye dönüp. Emine'de bizimle gelecek, hemen ileride onun da evi dedi. Çıktık yola Emine, Leyla'ya ve bana bakıp sessiz sessiz muzur bir şekilde gülüyordu. Sonradan bu gülmelerin bir anlamı olduğunu anladım ama geçmiş ola (erkekler çok mu duygusuz ki?). Efrahim iyi hasta olmuştu herhalde birkaç gün daha gelemedi okula, benimde ne yalan söyleyeyim işime gelmişti, Efrahim hasta olduğu için üzülüyordum ama Leyla ile beraber gittiğim içinde seviniyordum. Zaman geçtikçe bu sevinç iyice arttı, Leylayı gördüğümde içim kıpır kıpır oluyordu, ne olurdu ki Leyla arkadaşımın kardeşi olmasaydı. Bizim mahallede o zamanlar bir çok oyun kızlı erkekli oynanıyordu, ben ve Leyla artık tüm oyunlarda aynı tarafta oluyorduk

Bir gün bir polis arabası Leylaların evinin önünde durdu, içinden kelli felli adamlar indi Leylanın babası Ahmet amca gibi ama bunların omuzları daha kalabalıktı. Birden evden bir çığlık ve ağlama sesleri kopmuştu. Tüm mahalle o yöne doğru koştu acaba ne olmuştu diye. Öğrendik ki Leylanın babası vurulmuştu. Yasadışı bir örgüt elemanlarıyla girdiği çatışmada şehit olmuş, onun haberini vermeye gelmişler, duyduğumuz seste Aysel Teyze'nin ağlayışlarıymış. Tüm mahalleli kadınlar teselli etmeye çalışıyordu Aysel Teyzeyi. Efrahim ve Leyla'da donmuş kalmıştı, boş boş etrafına bakıyordu. Benim de ölümün soğukluğu ile ilk karşılaştığım zamandı. Çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Ahmet amca için, Aysel Teyze için, Efrahim için ve tabi ki Leyla için. Daha sonrasında Ahmet amca için devlet töreni dedikleri bir tören yaptılar. Bizde çocuklarda arka taraflarda izliyorduk.

 Efrahim'e polis üniforması giydirmişlerdi, Leyla da babasının şapkasını takmıştı. Aysel teyzeyi oturtmuşlardı bir sandalyeye yanında, kendi akrabaları ve Ahmet Amcanın akrabaları olduğunu tahmin ettiğim kadınlar vardı, hepsi çok üzgün görünüyorlardı. Birkaç beylik konuşmadan sonra, yok Ahmet komiser ölmedi halkın bağrında yaşayacak ona uzanan eller kırılacak, Ahmet komiserin öcü alınacak gibi sözlerden sonra. Ahmet amcanın namazı kılındı, bayrağa sarılı tabutunu askerler taşıdı, cenaze arabasına koydu tören bitti. 2-3 saat geçti, Aysel Teyze, akrabaları ve tüm mahalle geri dönmüştü. Birkaç gün mahalleye sanki atom bombası atılmıştı, dışarda kimse yoktu, çocuklar oyun oynamıyordu, Efrahim'de Leyla'da okula gelmedi günlerce.

 Bir ay oldu olmadı, mahalleye bir eşya kamyonu geldi, Leylaların evinin önünde durdu, kalbim duracak sandım.  Acıdan midem bulandı. Hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorduöm. Hemen koştum o zamanlar odun kömür alındığında, ev taşınacağı zamanda tüm çocuklar yardım ederdi. Ben yardım etmek için koşmadım ama Leyla'yı görmek için koştum. taşınacaklarmış, Efrahim söyledi oraya vardığımda. Belki neden geldiğimi anlayarak. Manisa'ya dedesinin yanına, Efrahim çok üzgündü, belki babasına bile kızıyordu neden ölmüştü, neden polis olmuştu, herkesin babası gibi işçi esnaf değildi diye neden taşınmak zorunda bırakmıştı. Ben için için kızdığımı hatırlıyorum. leylanın ağlamaktan gözleri şişmişti. Beni görünce durdu sanki ağlaması. Boynuma sarıldı Selçuk gidiyoruz biz dedi, buradan taşınıyoruz Manisa'ya dedemin yanına, sadece biliyorum diyebildim. Ve eşyaların taşınmasına yardım etmeye başladım. Tek damla yaşı elimin tersiyle silerek. bir daha Leyla'yı göremeyeceğimi kamyon hareket ettiğinde anladım, yine geç kalmıştım. Geç kalmasam ne yapabilirdim ki sanki.

Ne zaman şehirler arası otobüslerde yolculuk yapsam ve gece ışıklar içinde kasabalardan, şehirlerden geçsem, ne zaman bir şehit haberi duysam tabutun başında şapkayı takan bir çocuk görsem aklıma gelir Leyla o gün akan tek damla gözyaşıyla beraber, yine elimin tersiyle silerim, devam ederim.

26 Temmuz 2016 Salı

Arka mahalle -2-


kalktık gittik arka sokakta kimse yoktu, sokağın yarısına kadar yürüdük, yavaş yavaş hareketlenme başlamıştı, kovboy filmleri gibi kafalar görünmeye başladı, üç kişi geldi yanımıza, hayırdır ne istiyorsunuz, ne işiniz var burada diye sordular. her zaman olduğu gibi ben atladım hemen, oğlum çocuğu neden dövdünüz lan ipneler, oruç başıma vurmuş zaten, diye atarlandım. Oruçlu olduğumunda üstünü çizdim, havamı da attım yani. O kadar saattir aç bilaç dolanıyordum, birde bunlarla uğraşıyordum.

 onlar altta kalır mı, her horoz kendi çöplüğünde öter misali, ben atar yapınca baktım onlarında sesleri yükseldi, etrafımızı da çevirmeye başladılar, bir itiş kakış başladı ne attım ne yedim bilmiyorum ama bizim çocuklar sokağın başından izliyorlardı, etrafımız sarılıp itiş kakış başlayınca onlarda bize doğru gelmeye başladılar. e ben bizimkilerin geldiğini gördüm ya bende iyice yüreklendim. Hem itişiyor hem de küfür ediyordum artık. bizimkiler de koşmaya başladılar. Valla aynı cennet mahallesi dizisi gibi herkes birbirine girmişti. kim kime dum duma. Çocukların anaları çıkıp bağırmaya başladı ne oluyor ne var diye. bir kaç abi girdi araya hepimizi sağa sola çekip ayırdılar, siktirin gidin sokağınıza diye ensemize iki şaplak şaplatıp gönderdiler de iyi bir dayak yemekten kurtulduk.

Kıçımıza baka baka dönüp bizim sokağımıza geldik, lan bu sıcakta bu kadar aksiyon çok değil miydi? bari biraz su içebilseydim diyerek düşündüm ama ucunda altmışbir gün vardı olmazdı içemezdim, bir gün bu kadar zorlanırken altmışbir gün hiç tutamam herhalde diye düşündüm. Acaba hiç bulaşmasıydım daha iyi miydi? Tam da ramazan başlayacak günü bulmuştu ha , sıcak arka mahalleyle itiş kakış, dokuz çarşamba üst üste gelmişti. iyice su içip orucu bozmak kafamı karıştırmaya başlamıştı, herkeste su içiyordu. Ali ansızın lan kavga ettik o kadar küfür ettin ana bacı senin oruç zaten bozuldu siktir et iç suyu dedi. Olmaz lan dedim, akşam oluyor zaten. Sonra durumun kritiğini yapmaya başlamıştık, nasıl yapıştırdım, nasıl bizden korktular, hiç kendimize toz kondurmuyorduk.

Eve gidip ekmeğin içine peyniri, domatesi dolduran dışarı çıkmaya başlamıştı. Öğlen yemeği hep bu olurdu yaz günü, hele birde domates elde olup ekmeğin içine üzüm koyulmuşsa tadından yenmezdi. Sokakta o suyu aka aka yenen domatesin aceleyle ısırılan ekmeğin tadı hala hiçbir şeyde yoktur.  Herkes hapur hupur yerken, ben su bile içemiyordum bari önümde yiyip içmeseler iyiydi. Siktirin gidin başka yerde yiyip için ipneler dedim, oruç tutuyoruz burda ayıp değil mi? dedim. o gün orucu dayanamayıp su içerek bozdum, hala da altmışbir gün tutacağım, allah affeder dedim geçtim. Affetmiştir de herhalde.

Günler günleri kovaladı arka sokak kavgaları, oyunlar, sıcak derken yaz bitti, okullar açıldı. Her yıl olduğu gibi, okula tüm sokak beraber giderdik. Şimdiki gibi servisti, annelerimiz elimizden tutsun götürsün yoktu. Zaten öyle bir şey olursa süt çocuğu diye dalga geçilir, hiçbir oyuna alınmazdı o çocuk, erkekler tabii ki kızlara da biz sahip çıkardık, sonuçta mahallenin namusu değil mi? sokağın en sonundaki ev bizimdi, sokağın en sonundaki ev olmasından dolayı ilk ben çıkıyordum evden, ilk efrahimi çağırıyordum tabi kardeşi leyla da abisiyle geliyordu.

Efrahim benden 1 yaş büyüktü 5. Sınıftaydı, Efrahim çok sessiz kendi halindeydi, kardeşi leyla da, Efrahim'den iki yaş küçüktü, üçüncü sınıfa gidiyordu leyla. çok güzel bir kızdı, ince uzun bir vücut, düz siyah saçları beline kadar, düğme gibi siyah gözlüydü. okula  her gittiğinde saçları at kuyruğu yapılırdı, önüne düşmesin diye herhalde annesi yapıyordu. leyla da abisi gibiydi sessiz kendi halinde bir kızdı. Arada sokakta rastlar ayak üstü laflardık Leyla'yla. Leyla mahalledeki ve okuldaki tüm kızlardan farklıydı benim için sanki, acaba diye çok düşünüyordum ama arkadaşın kardeşi bize böyle düşünmek yakışır mıydı!

 Efrahimin babası polisti, omzunda da birkaç yıldız vardı, sonradan anladım polis değil baya kallavi emniyet amiriydi adamcağız. mahalleli büyük hürmet gösterir, bakkal manav gibi esnaf sever sayardı. Mahalleye üniforma ile girdimi, sanki tüm gözler ondaydı. Dik mağrur bir yürüyüş, kendinden emin direk karşıya bakan ve insanı delip geçen bakışlar baya havalıydı Ahmet amca. Tüm çocuklar ona çok özenirdik. Zaten plastik silahlarımızla da hep onu taklit ederdik. Efrahim'in annesi Aysel Teyze ise ev hanımıydı, Aysel teyze 35-40 yaşlarında çok güzel bir kadındı,  Leyla'da annesine çekmişti anlaşılan. Aysel teyze diğer kadınlar gibi tüm gün sokakta kapı önünde boş boş oturmazdı...
 
devam edecek...

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Arka mahalle -1-

çok sıcaktı cehennem gibi, cehennemi çok bilirmişim gibi düşündüm. ağustos ayının ortasıydı, ramazandı öğlen sıcağı güneş tam tepede, lk defa oruç tutuyordum. saat 11'e kadar yatmıştım keşke dahada yatabilseydim, Ali'nin sesi duyuluyordu kapının önünde bağırıyordu Selçuk Selçuk diye annem çıktı cama Selçuk oruçlu bugün çıkamaz dedi. Nasıl kızdım sanki oruçlu değilim kör topalım neden çıkamayacakmışım diye düşündüm attım kendimi dışarı (sonra çok pişman oldum ama artık yapacak bişey yoktu),

Aliye oruçluyum bugün, bu sene tutucam artık dedim. ben tutmuyorum bizde kimse tutmuyor ki dedi. neden olum herkes tutuyor dedim siz neden tutmuyorsunuz, biz Aleviyiz oğlum dedi bizde oruç ramazan'da tutulmaz başka zaman tutulur ama onuda ben bilmiyorum, bu sıcaktada Nasıl tutucaksın oğlum dayanamazsın zaten dedi. ilk defa duydum Alevi, neydi ki acaba oruç tutulmadığını göre çok kötü birşey de olamazdı herhalde, akşam teravihede gelmemişti. babasını da hiç cumada görmemiştim.

siktir et ne olacak ki, zaten akşama kadar dışarda değil miyiz? öyle lan tabi dedi. biliyor musun? neyi lan dedim? arka mahalleliler Ali Rıza'yı  dövmüş amk. neden dövmüşler ki acaba? Ali Rıza Ali'nin amcasının oğluydu ama ben daha yakındım sanki Ali'yle kardeş gibiydik. vay orospu çocukları dedim. oruçlu olduğumu unutarak. bozulmuş muydu acaba orucum? yok ya geçen yıl babamda Ramazan'da hep küfür etmişti ama akşam bismillah diyerek iftarı yapmıştı. bir küfüre bozulur muydu ki hemen, emanet durmuyor ya bu, zaten Allah affederdi dün akşam teravihde de hoca öyle söylememiş miydi?

arka mahalleydi ama aslında hemen arka sokağımızdı, iki sokağın  binaları sırt sırtaydı tam bitişik değildi, binaların aralarında eni 1 metre kadar olan dar bir koridor vardı. saklambaç oynarken hep bu koridordan geçerdik. koridorun sahibi bizdik bizim sokaktı. arka mahalleden koridordan geçen olursa, yakalarsak güzel bir döverdik.

Ali Rıza'yı neden dövmüşlerki diye sordum tekrar. ya olum arka sokaktan 2-3 kişiyle başaltı (misketlerin yan yana dizildiği ve uzaktan kafliklerle atış yapılan bir oyun) oynuyormuş  hepsini kökmüş onlarda hem misketleri almışlar hemde dövmüşler çocuğu.

e ne olacaktı şimdi, ne yapacağız dedim. zaten gergindi iki sokağın ilişkileri yine her gün kavgalar çıkacak tutan tuttuğunu dövecekti. gidip konuşmaya karar verdik diğer sokağın ele başlarıyla konuşup işin içi öğrenilecekti. seçildi hemen üç kişi ve biri bendim biri osman diğeri efrahim di. efrahim sakin bir çocuktu, bir kez bile yüksek sesle konuştuğunu, küfür ettiğini duymamıştım, tüm gün telli arabasını sürer dururdu sokakta, o arabaya renkli raptiyelerden süs bile yapmıştı, kara şimşek gibi olmuştu. efrahim arabuluculuk için en iyi seçimdi iki taraf içinde.
ama bende bir o kadar yanlış seçimdim sanki çabuk parlardım anlamadan dinlemeden. osman ise bir deli oğlan, tam serseri adayıydı. böyle tipler daha sonrasında kendini ya bir tamirci atölyesinde ya da konfeksiyonda bulurdu. Osman'ın bu hikayede rolü sadece burda geçecek. hayatta sonrasında da çok rolü olmadı, daha sonra bir gün bir kavgada bıçaklandığını ve öldüğünü duydum...

devam edecek...

22 Temmuz 2016 Cuma

babaannemden

babaannem 
biri sebepsiz kendi derdini unutup,
başka birine üzülürse hep bunu anlatırdı rahmetli.

sertleşmiş uzun süre yağmur görmemiş sert toprak parçaları vardır, 

çok serttir bunlar taş gibi,
yağmur görünce erir biter yok olur

"kesek" derler bu toprak parçasına.

hikayeye gelinçe,

bir tarlada bir kesekle beraber birde kaya varmış
bir gün çok yağmu
r yağıyormuş
bardaktan boşanırcasına
çisil çisil yağıyormuş nasıl yağmaksa artık (coşkun sabah söylerdi, yağ yapmur yağ çisil çisil yağ diye, çocuk yaşımda o adama bu şarkıyı yakıştıramazdım, nedenini halen bilmiyorum, yağmur yağması belki romantik geliyor da bu adam gelmiyordu)

kesek üzülüp ağlıyormuş
şimdi bu kaya ne olacak bu yağmurda
yazık diye dert edinmiş, kahrolmuş
yağmur yağdıkça kesek erimiş gitmiş

yağmur bitmiş kesek toprak olmuş,
kaya ise ilk hali gibi yerinde duruyormuş.



ilk aşk

Çiğdem diye bir kız vardı ilkokul 4'te başka sınıftaydı Çiğdem Çiçek. Çok güzeldi, soyadı da güzel çiçek. hala yüzü gözümün önünde, sarı saçlar beyaz ten yüzde belli belirsiz çiller.
kaç gece evlerinin önünde bekledim çıkarsa konuşurum diye, o Zaman'dan belli nasıl mal olacağım gece yarısı kız ne çıkacak ne konuşacaksın.
 

birkaç tanede kendim gibi arkadaşım vardı, sanki öl desem ölecekler, öl deseler ölüceğim. o zaman ölmek daha basit geliyordu. ölüme yaklaştıkça daha zor sanki. nazımın dediği gibi ölmektn korktuğun halde ölüme inanmadığın için mi ki?

hiç bitmeyecek arkadaşlıklar gibi ordan taşındık arkadaşlık bitti. 3-5 kere kaçıp kaçıp gittim , dönüşte babam verdi sopayı sonra gitmeler azaldı ve bitti. sonra unuttum. unuttum sandım aslında üstlerini örtmüşüm
 
bir gün okul çıkışı karar verdim çiğdeme söylemeye, öyle sanıyorum ki o da benim için ölüp ölüp diriliyor. ne ölecekse artık, ne öldüysem. çiğdem dedim gözlerinde tanımadığın bir insan ismini söylediğinde oluşan aptal ifadeyle,efendim dedi, hiç dedim...

akıl mı kalp mi?

festival filmleri,  uzun ve bitmeyen, sonsuza kadar sürecek bir hayatın içine girmiş, beraber yaşıyor gibi, her şey hep devam mı etmeli? her şey bitmiyor mu aslında, aşk gibi hayat gibi değil mi?

aslında her bitiş bir başlangıç değil miydi? bir aşktan diğerine koşmuyor muyduk? vahşice dört nala biran önce tüketmek için. 

neden hep ilk aşık olduğumuzu hatırlıyoruz? birde sonuncuyu? hiç hadi bana ikinci aşkını anlat diyen birini gördün mü? ya da sana üçüncü aşkımı anlatayım diyen birini? birinci ile sonuncu arasındakiler her zaman önemsizdir, ilk ve son peygamber, ilk ve son aşk. 

ilk aşk en çok saçmaladığımız mıdır? saçmalamayı tekrarladıkça daha az mı saçmalıyoruz? eğer öyleyse neden son olan hep insanın ağzına sıçar yerle bir eder, hiçbirinden ders almıyor muyuz acaba? aslında ilkinden farklı değil midir diğerleri de. ama ilkinin unutulmazlığı ve sonuncunun acısı vardır hep akılda, kalpte. her zaman ilkinin ve sonuncunun kabuğu kaldırılır, yarası açılır, sonuncu gün yüzündedir zaten, iki kaşısan çıkar ortaya.


aklıyla mı sever insan yüreğiyle mi? 

hayatta kazananlar var kaybedenlere karşı kazananlar. aklıyla mı yüreğiyle mi sever dedik ya, belki de aklıyla sevenler hep kazananlar yüreğiyle sevenlere karşı. çünkü akıl ağrımıyor, kalp ağrıyor kalp acıyor, acıtıyor. deli divane ediyor yollara düşüyor. aklıyla seven hep bir çıkar yol buluyor işi kalbine düşürmüyor kazanıyor mu?

kazanmak mı yoksa kaybetmek mi? ne kazanıyoruz ne kaybediyoruz?